30 Eylül 2010 Perşembe

Rapid Wien - Beşiktaş / Değerlendirmeler

Zor bir deplasmanı iyi atlattığımızı düşünüyorum. Rapid Wien ofansta çok yaratıcı olamasa da özellikle ilk 60 dakika önde ve sert basarak orta sahamıza rahat top kullanma imkanı tanımadı. İlk yarı sadece Quaresma'nın taşıdığı toplarla etkili olabiliyorduk. Quaresma'nın sakatlığından sonra kilidi açmamız iyice zorlaştı, bir de Toraman'ın geçici olarak çevrımdışı görünmesi üzerine yenik duruma düşmemiz bizi zor duruma soksa da rakibin de gücünü çabuk tüketmesi günü galibiyetle kapatmamızı sağladı. Gelelim değerlendirmelere;

Hakan Arıkan: Çok önemli bir kurtarışı var. Yine de güven vererek oynamıyor, bu topu tutmak bu kadar mı zor arkadaş, bir çıkışında da tek seferde tutsan topu da yüreğimizi ağzımıza getirmesen olmaz mı, ayrıca yumruklamak diye de bir şey var biri hatırlatsın şu çoçuğa.

Toraman: Golde hatası büyük, ayrıca bir pozisyonda daha aynı hatayı yaptı. Stoperde güven vermiyor bana, yerli olduğu için ligde oynatılması mantıklı ama Avrupa'da fazla zorlamamak lazım. Keşke Schuster onu sağ bekte denese.

Ferrari: Çok göze batmadı bugün ama Toraman'la çok uyumlu bir ikili oluşturduklarını söylemek zor.

İbrahim Üzülmez: Klasik Delinho fazla söze gerek yok. 

Hilbert: Bu adam gün geçtikçe daha çok  gözüme giriyor. Takımla oynadıkça performansı yükseliyor. Nerede duracağını Ekrem'den daha iyi biliyor. Hızlı bir oyuncu, kolay çalım yemiyor. Zaman zaman ileriye güzel bindirmeler yapıyor. Bazı karambollerde dışarıya seken topları bekleyip şut pozisyonu kolluyor. Ortaları çok iyi değil o konuda zaten beklentimiz yüksek değil. Kısacası "Dostum sağ açık demişsin ama bu bildiğin sağ bek."

Aurelio: Klasik oyununu oynadı, defansın açıklarını kapattı risksiz paslar attı. Bir de yediğimiz golde ceza sahasına yönelen topa ayağını koyabilseydi çok daha iyi olacaktı.

Ernst: Yeni çıkan Guti eklentisinin de yüklenmesiyle birlikte iyice psikopata bağladı adam. Fazla şey söyleyip nazar değdirmeyelim.

Guti: Onun için de fazla kelam etmeye gerek yok sadece cCc Guti reyiz cCc diyorum.

Tabata: İlk yarı rakibin agresif oyunu yüzünden pek etkili olamadı, ikinci yarı fena oynamadığını düşünüyorum. 

Quaresma: Sakatlanana kadar takımın en iyisiydi, Direkten dönen topu gol olsaydı oyunun seyri çok farklı olurdu. Umarım tez zamanda iyileşip bizi Holosko'ya mahkum etmez.

Holosko: Sağ kanada yakın oynarken pek varlık gösteremedi, sola geçince yaptığı koşularla daha çok tehlike yarattı. Attığı golde şanslıydı, zaten sonraki pozisyonlarda kale boş olmayınca gol atmasının zor olduğunu, ayrıca ne kadar bencil olduğunu gördük. 

Bobo: Golü attığı pozisyonda topu alıyor, ileriye doğru tipliyor bir kere, daha sonra koşarken kafasını tam doksan derece sağa çevirerek yardımcı hakeme bakıyor, ofsayt bayrağının kalkmadığını görüyor çakıyor köşeye atıyor golünü. İşte ben bu adamın bu uyanıklığını seviyorum. Attığı gollerde de böyle ofsayt riski varsa golün nizami olduğunu görmeden sevinmiyor. Adamın boşa sarfedeceği enerjisi yok. Be güzel kardeşim biraz vücut çalışıp atletikleşsen bu zekayla çok komplike bir golcü olsan ne olur ?

Schuster: Necip'i daha erken oyuna alabilirdi, onun dışında yapması gerekenleri yaptı. İsmail'i Quaresma'sız zamanlarda sol açık denese daha az hissedebiliriz Q7'nin yokluğunu ama sanıyorum kafasında öyle bir plan yok. Takımın pas yüzdesinin artması, kazanma hırsı ve bir şekilde golü bulmamız, çalışılmış duran toplar, bunlar kendisinin takıma ilk etapta kattıkları. Takımın giderek gelişmesi, oyuncuların da bireysel olarak gelişim göstermeleri takımın başında doğru bir isim olduğunu gösteriyor.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Forma

Koleksiyoncu değilim ama formalara oldum olası ilgim var. Antalya maçında yeni nostalji formayı aldıktan sonra aklıma geldi bu postu yazmak. En başında şunu belirteyim, yeni çıkan nostalji forma bana göre Beşiktaş tarihinin satışa çıkmış en güzel forması. Ben eskide yaşamayı sevdiğimden böyle düşünüyor olabilirim. Fakat ne göğsünde, ne sırtında, ne bilmemneresinde sponsor var. Sadece Beşiktaş amblemi. Tam olması gerektiği gibi. Hatta kanımca o dönemin amblemini bile yapabilirlerdi. Neyse, bu hali de gayet güzel.

Beşiktaş'ın giydiği en güzel formalar. Benim yaşım buna müsade ettiği, zaten forma endüstrisi de Türkiye'de 90'ların ortasından sonra geliştiği için bu postun genelini ondan sonraki formalar oluşturuyor.

5- 2000-01 Gümüş: Reebok'ın zaten Beşiktaş'a hiç bir falsosu yoktu. Bu forma ile de tasarım becerisi bana göre tavan yapmıştı. Çok fazla giyildiğini hatırlamıyorum ama çokzel formaydı. Münch, Nouma, Ahmet Dursun, Karhan, Şifo, tıfıl Nihat ve tabi ki Ali Eren.



4- 2008-09 Beyaz: Umbro'nun da tam işleri düzelttiği; fakat vazgeçildiği şampiyonluk forması. Zaten beyaz forma fetişim var. Bir de son yıllardaki en güzel beyaz tasarımı olunca koymamak olmazdı. Ah bir de altına siyah şort giyseydik. Son sezondaki Adidas beyaz formanın da bundan altta kalır yanı yok, hatta belki daha güzel. Ama o forma hala kullanılıyor diyerek durumu kurtarayım. Ernst, Üzülmez, Holosko, Tello.



3- 2002-03 Kırmızı: Puma'nın iyi başladığı kötü bitirdiği sponsorluğunun en verimli zamanınından. Üçüncü rengimizi, bayrağımızın kırmızısını, bu formadan sonra bir sezon daha gördük. Sonrası yok. Onun yerine üçüncü renk olarak zorla kabul ettirilmeye çalışılan gri var. Ama ille de kırmızı. Tayfur, Pancu, Giunti, İlhan Mansız.



2- 2007-08 Nostalji: Bir çok kişi benimle bu konuda ters düşecektir; ama çıkarılan nostalji formalan içinde Umbro'nun çıkardığı bu forma bence en güzeli. Yine birçok kişiyle ters düşeceğim ama kartallı amblemi sevdiğimden olabilir. Forma reklamları da cuk oturmuştu bu formaya. Ricardinho, Bobo.



1- 1994-95 Baklava: Adidas'ın o sezonki klasik dizaynıydı aslında. Ama benim gördüğüm en güzel Beşiktaş forması budur. Yanındaki şampiyonluk da bonusu. Mutlu, Madida, Rıza, Sverisson.



5 tane forma seçmeye çalıştığım için içim giderek koyamadığım; ama yine de gönlümün el vermediği formalar:

2002-03 Çubuklu


1985-86 Çizgili


1995-96 Beyaz

Ernst Happel





Öz Evlat

Neden seviyoruz futbolu? Hiç düşündünüz mü bilmem, eminim vardır aranızda buna kafa patlatan, bana da arada eser öyle bir taraftan... Herkesin farklı nedenleri vardır elbette, yoldan kimi çevirseniz, sorsanız vardır bir farklı cevabı; aynı insanların değişkenliği gibi... Buradaki konuyu sadece Beşiktaş'a indirgemiyorum, genel olarak yazıyorum. Herkesin kalbinde bir takım vardır ama ben futbolu seven taraftardan bahsediyorum. Kendi takımının maçı olmasa bile; çerezini, cipsini, kolasını ya da birasını alıp televizyonun karşısına oturup, heyecanla maça ortak olan; duruma göre, maçın seyrine göre kendine bir taraf tutan seyirciden bahsediyorum.

Bu sorunun net bir cevabı kesinlikle yok orası kesin. Herkesin kendine göre cevapları vardır. Kimisi mücadeleyi sevdiği için, kimisi takımların tarihine takıntılı olduğundan, bir diğeri spora meraklı olduğundan ya da futbolun hayata benzediğinden dolayı sevebilir bu ayak topunu... Benim de net bir cevabım yok aslına bakarsanız, yüzlerce cevabım var bu konuya ilişkin. O yüzden hiç dağıtmadan sadece bir nedenimle devam edeceğim. Futbolu sevmemin başlıca nedenlerinden birisi, futbolun futbolcular için kısıtlı bir zaman olmasındandır. Bir insanoğlu nasıl dünyaya gelip, ergenlik çağını geçip, yetişkin bir birey olup, daha sonrasında yaşlanıp hayata veda ediyorsa; işte bir futbolcu aynı kaderi yaşadığındandır benim futbola olan tutkum.

Futbolcunun A takımda top oynamaya başlaması 19-20 yaşlarındadır. Her ne kadar bizim ülkemizde bu yaş biraz daha gecikse de ortalama böyledir. Bu futbolcunun gelişimini, ya da geriye gidişini izlemek size bir film tadında gelir. Vardır öyle hikayeler ve çoğunlukla dramatik olur. Sonu meyhanelerde, kahvelerde, berberlerde konuşulan ''Şu adam kendisine baksaydı, büyük topçu olurdu'' gibi... Mutlu sonlarla bitenler de vardır elbette...

Şimdi bu konuyu Beşiktaş'a indirgeyelim. Altyapınızdan çıkan bir genç futbolcunun gelişimine kendi gözlerinizle şahit olmak size tarif edilemiyecek bir haz verir. Sanki kendi kardeşinizi, evladınızı ya da dostunuzu görür gibi olursunuz. O oyuna girerse tırnaklarınızı kemirirsiniz, iyi oynaması için Allah'a yalvarırsınız, o bir çalım atsa kalbiniz sıkışır, kayarak rakibinden topu söküp alsa göğsünüz kabarır, gol atsa sanki milli piyango kazanmış gibi sevinirsiniz. Ona biri kasıtlı tekme atsa sanki o tekmeyi kendiniz yemiş gibi tepki verirsiniz. Tribünden, evden, kahveden yada meyhaneden... O çocuğu benimsersiniz nihayetinde.

O çocuğun hep iyi olacağını düşünürsünüz, etrafınızda ondan konuşur, gelecekte büyük topçu olacağından bahsedersiniz. Biri laf etti mi sorgusuz sualsiz savunursunuz kendi evladınızı, kardeşinizi, dostunuzu... O futbolcu biraz daha olgunlaşmaya, takımda yer bulmaya başladı mı; o heyecan kendini rutine bırakır ve yeni arayışlara girersiniz. O altyapınızdan çıkan çocuk artık kendi ayaklarının üstünde durmaya başlamış, size ihtiyacı kalmamıştır size göre... Siz de altyapıdan çıkacak yeni evladınızı beklersiniz.

Aradan yıllar geçer, arkaya dönüp baktığınızda altyapıdan çıkıp da takımda oynayan iki tane adam göremezsiniz. Hepsi semptomları vermiş, görevlerini tamamlayıp veda etmişlerdir size... Kimi yaşadığı depresyonlardan dolayı ikinci ligden bile aşağıdaki takımlara transfer olmuş, kimisi Anadolu turnesine başlar gibi takım değiştirir olmuş, kimisi futboldan bile elini ayğını çekmiştir. Oysa ilk A takıma çıktıkları günü düşününce hafif bir hüzün kaplar bünyeyi, sonra meyhane masalarında sohbet mezesi olurlar.

İşte ondan sonraki bölüm Sezen Aksu'dan Geri Dön tadındadır, aynı hayat gibi... O eski günlere ne kadar dönmek isteseniz de hayatın tabiatı sizin karşınıza çıkacaktır. Siz ne kadar hayıflansanız da, artık giden geri dönmeyecektir. Artık o adam geri dönse bile ayakları, vücudu, kasları izin vermeyecektir geri dönüşe. O ilk sahaya çıktığında kalbinizin sıkıştığı adam eski gücünde değildir. Oysa ne hayaller kurulmuş ne düşler yok olmuştur. Size başınızı öne eğip ileriye bakmak düşer. Bir dahaki sezon 18 yaşında bir çocuk sahaya çıkınca delilercesine bağırıp, yeni evladınıza tezahürat etmek düşer.

Aynı hayat gibi... Hayatta da yaptığınız hatalardan ders almak gibi, aslında asla geri alamayacağınız hataları, geri döndüremeyeceğinizi bilseniz de önünüzdeki ilk fırsata sımsıkı sarılmak gibi... O sahaya ilk defa çıkan çocuğa boğazınız yıltılırcasına tezahürat etmek gibi...

26 Eylül 2010 Pazar

Mustafa Demirtaş (Cartalete) Röportajı

Blog yazarlarımızdan asvalttaicenler'in girişimleri sonucunda Mustafa arkadaşımızla yaptığı röportajı aktarıyoruz. Kendi Forza Beşiktaş'tan 7 seneden fazla bir süredir tanıdığım bir arkadaşımdır. Lakin kendisiyle geçen seneki son Manisaspor maçından beri görüşemiyoruz. Fırsat bulmuşken buradan da sitemimi edeyim dedim. Bu keyifli röportaj için asvalttaicenler arkadaşımıza ve Cartalete'ye tekrar teşekkürler.

Bize ilk olarak kendinden biraz bahsedebilir misin?
27 yaşında, doğma büyüme İstanbullu, İşletme mezunu bir vatandaşım. Futbol hayatımda büyük bir yer kaplıyor. Neredeyse her hobim de futbolla alakalı. Blog yazmak da bunlardan biri…

Ancak, konu aktif olarak spor yapmaksa, basketbolu futbola tercih ediyorum. Daha zevkli geliyor, nedendir bilmem. Maç içinde bocalayınca “biraz defansa geç kanka” diyen olmuyor basketbolda, ondandır belki : )

Nasıl Beşiktaşlı oldun?
Küçükken, amcam maç izlediğinde arada bir beni havaya kaldırıp, bir tur döndürür, yere bırakırdı. Sebebini bilmezdim, ama çok eğlenceli geliyordu. Israrla “yeniden?” derdim ama oralı olmazdı. Meğersem o sıralar Beşiktaş gol atıyor, sevinçten oluşuyormuş bu eylem. Ben de ufak çapta bir lunapark keyfi yaşamak için, Beşiktaş’ın gol atması adına dua ederdim. Hep de tutar, “benim sayemde” der, nemalanırdım. Hâlbuki o takımın gol atmaması için hiç bir sebebi yokmuş, malum “Metin Ali Feyyaz” dönemine denk geliyor bunlar…

An geldi, amcam evlendi gitti. Ama ben Beşiktaş’ın gol atması için dua etmeye devam ettim… Bu kez beni havaya atacak biri yoktu ama o sevinç bana aynı etkiyi, hatta fazlasını bırakıyordu.
Çok uzattım galiba. Sonuç olarak: Genetik… Seçim şansım olmadı fazla, hemen her Beşiktaşlı gibi.

—Cartalete ismi nereden geliyor, herhangi özel bir anlamı var mı ?
Özel bir anlamı yok, hatta bir anlamı var mı ondan da şüpheliyim. Nerden esti bilmiyorum, ama kendim uydurdum öyle, rumuzum oldu çıktı. Görünüşünü ve okunuşunu güzel buldum. Telaffuza önem veririm. Massaro’nun sırf “adı için” büyük futbolcu olması gerekirdi zaten diye düşünürüm mesela : )

Beşiktaş’tan sonra desteklediğin bir takım var mı?
Sempati duyduğum takımlar var, ama “desteklemek” diyemem buna. Genel olarak, seyirci potansiyeli olan takımların, üst liglerde olmasını isterim. Türkiye’de de, bir başka ülkenin üst liglerinde de arzum böyledir.

Beşiktaş’a gelebilecek (maddi anlamda bütçeyi sarsmadan) 3 tane çok istediğin futbolcular kimler olurdu?
Transfere biraz “mantık” çerçevesinde baktığımdan dolayı, her sene bu isimlerim değişiyor. Yani Beşiktaş’ın ihtiyacına göre belirliyorum bu isimleri kafamda. Şuan Beşiktaş gayet iyi yolda ve sağlam bir felsefe oturtmak üzeredir. Bana göre aksayan üç bölge var: savunma, sağbek ve sağforvet.

Stopere, bu oyun tarzına alışkın, sıkıntı yaşamayacak ve direkt olarak olumlu etki sağlayacak bir transfer önemli olurdu. Burada önerim, Barcelona’da pek fırsat bulamayan ve Barcelona planlarına göre “gönderilme” yaşına erişen Gabriel Milito olabilir. Sağbek için, sene sonunda sözleşmesi biten Srna. Sağforvet için de; Benitez’in “yalan” etmesi muhtemel Biabiany olabilir… Bilirsiniz, Benitez normalde savunmacı kanatları sever. Biabiany ise, tam Schuster’e göre bir oyuncu. Hem Quaresma’nın getirdiği toplarda iyi bir uzak forvet olur, hem de yeri geldiği zaman kendisi de gayet top taşır, adam eksiltir… Her sene değişmeyen, zor ama “neden olmasın” dedirten isim de Gökhan İnler…



Beşiktaş’ın altyapısıyla ilgilenmeye nasıl başladın?
Biraz hayat felsefesiyle alakalı bir durum olabilir. Hazıra konmak yerine üretmeyi doğru buluyorum, her alanda bakışım budur. Ayrıca, altyapı birçok konuda avantajdır, bunu uzun uzadıya anlattım zamanında, “Öz Beşiktaş” yazılarıyla. Örneğin, Necip gibi bir oyuncu Gençlerbirliği’nden çıkmış olsa, 8-9 milyon Euro gözden çıkarılsa da alamazsınız. Nitekim Sercan’ı alamıyorsunuz… O yüzden, dışarı bakmak yerine, içerden üretmek önemli. Bu mantıklı bakışım… Manevi açıdan da; Beşiktaş’la yoğrulup, büyümüş bir çocuğun Beşiktaş A Takımı’nda oynuyor oluşu beni heyecanlandırır. Metin Ali Feyyaz dönemine (sonları olsa da) yetiştik sayılır. Belki biraz da oradan ileri geliyordur bu “alt yapıya ayrı özen” meselesi…

Orhan Gülle ile ilgili çok fazla spekülasyon yapıldı, altyapıyı daha özenle dikkat eden birisi olarak bu olayın içyüzünü bir de sizden öğrenebilir miyiz ? Orhan’ın Gaziantepspor’a peşkeş çekilircesine gönderilmesinde kim suçlu?
Direk peşkeş çekildi diyemesek de, dolaylı yoldan öyle oldu. Yani, Ümit Milli Takım seviyesine yükselmiş, uluslar arası turnuvada “en iyi ortasaha” ödülünü almış bir oyucu profesyonel yapılmamışsa ve o çocuk bu sebeple elini kolunu sallaya sallaya Gaziantep’e gidebiliyorsa, birinci suçlu yönetimdir tabii ki.. Ancak “hiç sözleşme önermediler” diye bir şey yok. Yumurta kapıya dayanınca önerdiler, ancak Orhan Gaziantepspor’a gitmeyi tercih etti. İki kez, sonradan da olsa forma şansı bulduğunu görünce (biri Samiyen’deki Galatasaray maçı) çok da haksızmış diyemiyoruz Orhan’a… Burada kalsa, A2’de devam etmesi muhtemeldi. Mustafa Denizli kalsaydı, gitmekte çok daha haklıydı. Ancak, bence Schuster’le şansını denemeliydi… Orhan zaten yetenekli bir oyuncu, kendine baktığı taktirde, Beşiktaş olmasa da, bir başka takımda kendini eninde sonunda ispatlayacak bir oyuncuydu, hala öyle. O yüzden ben O’nun yerinde olsam biraz daha sabrederdim.

Ancak, kendisini tanıyanlar biraz kişilik sorunundan bahsediyor, “kapris” gibi durumlardan… Hayırlısı olsun ne diyelim.

Erkan Kaş sezon öncesi iyi bir hazırlık dönemi geçirmişti lakin kendisini çok fazla izleme şansı bulamamıştık, kulüp kendisinden umutlu mu yoksa Holosko kadar olamayacağına mı inanılıyor?
Bildiği gibi, Rizespor’a kiralandı bu sezon. Demek ki “bugün” düşünülmüyor… Son iki maçtır 18’de yok takip ettiğim kadarıyla. Durum böyle olacaksa kiralamanın ne alemi vardı, A2’de oynasaydı bari demeden de edemiyorum. Gelecekte kesinlikle faydalanılması gereken bir oyuncudur.

Gelecekte altyapımızdan yine efsane bir Metin Ali Feyyaz çıkması muhtemel midir? Yoksa 10 senede 1 futbolcu çıkaran endüstriyelleşmiş bir kulüp mü olduk?
Sene de 1 futbolcu çıkarılsa, ona da razıyım aslında. Bir Metin Ali Feyyaz, yani sırf altyapıdan kurulu bir hücum attı, artık hayal gibi bir şey. Ama, ortasaha için bu hayal gerçekleşebilir. Necip kalıcı olacaktır, belki Onur girer araya… Ve u16 takımından çok umutla baktığım bir ortasaha daha var: Hüseyin Cankurt Atasoy…

Muhammed Demirci’nin bugün neredeyse tüm Türkiye hatta Avrupa tarafından bilinen bir yıldız adayı olması sence bir yönetim yanlışı mı?
Açıkçası, Muhammed’in yetenekleri çok saklanabilecek yetenekler değil. Eninde sonunda adı duyulur, videoları patlardı. İnternet sayesinde de yayılması gayet doğaldır. Birisinin yanlışı var diyemem aslında, Muhammed’in “erken” adının çıkışında. Ancak şuan gayet sükûnet var bu konuda, medyadan uzak tutmada başarı söz konusu.


Sence Muhammed Demirci Beşiktaş’ın beklenen 10 numarası olabilir mi?
Günümüz futbolda 10 numaralar yani “topla diğerlerine göre yetenekli, fark yaratan” oyuncular; ya Messi gibi kenar forvet bölgesinde kullanılıyor, ya da Guti gibi biraz da “savunma” bilgisi katılarak ortasahada değerlendiriliyor. Muhammed’in bu fizikle Guti olması zor, zaten ortasahada kullanırsak yazık etmiş oluruz biraz. Burada en mantıklısı, O’nu Messi gibi kullanmak. Zaten son döneminde gördüğüm kadarıyla, yeteneklerine “akıcılık” da eklemiş. Durarak oynamıyor, direkt kaleye iniyor, aniden ara pas ya da şut çıkarabiliyor. O yüzden O’nu kaleye yakın bölgelerde tutmak gerek… Geleceği ne olur? Gibi bir soru sorularsa, şunu derdim: 12 yaşında iken olmadı ama 23 yaşında, artık 30’lu yaşlarına gelmiş Messi’nin “veliahdı” olarak Barcelona’ya gitmemesi için hiçbir neden gözükmüyor. Böyle devam eder, kendini futbola verirse tabi…

Onur Bayramoğlu hakkında ne düşünüyorsun?
Ayağına hâkimiyeti, pas becerisi muazzamdır. Fiziğini geliştirirse çok önemli bir oyuncu olur. Geliştiremezse “önemli” bir oyuncu olarak kalır, yine de kadroda değerlendirilesi bir isim olarak düşünülür bana göre… Hani İspanya’nın bir huyu vardır, pas yaparak oyunu bitirme, savunma anlayışı. Skor korunmak isteniyorsa, Onur sahaya atılır, olumlu pas ortalamasını arttırır. Öyle bir çocuk…

Şu anda altyapıda oynayan bir oyuncu için "İşte bu adam A takıma gelir banko oynar” diyebileceğin bir isim var mı?(Yaş kategorisi gözetmeksizin)
Muhammed Demirci… Aksi düşünülemez şuan zaten. O’nun haricinde az önce adı geçen Cankurt, ortasaha için son derece umutlu olduğum bir isim. Erkan Kaş’ın da üzerinde durulası yetenekleri var. Banko oynar diyeceğim isimler bunlar. Bazı isimler de var; ne banko oynar diyebilirim, ne de oynayamaz. Kısacası “kadro” oyuncusu olabilecek bir çok oyuncu var, banko olup-olamayacakları da gelecekteki gelişimine göre belirlenir. O liste biraz uzun…

Seni en çok hayal kırıklığına uğratan altyapı oyuncusu?
Futbol dışı: Batuhan, Aydın Karabulut. Futbol içi: Aslında iyi bir şans yakalayan, ancak kendini bir türlü geliştirmeyen Mehmet Sedef. Bunların dışında, “yeterince şans verilmemesi” konusunda hayal kırıklıklarım var. Koray Şanlı ve Kenan Özer’e gereken önem verilmedi…

Altyapıdan çıkan futbolcularımızda mental eksiklik olduğunu düşünüyor musun?
Evet. Ama bu daha çok bir ülke sorunu, Beşiktaş’a indirgemek olmaz. Ancak, en azından “fizik” olarak, diğer altyapılara nazaran Beşiktaş çok öndedir. Bu da bir şey… Arada “kafa olarak da futbolcu” olan çıkınca, Necip oluyorlar işte…

Bu da Tribünde, otobüste, işyerinde en çok sorulan sorulardan biri oldu: ''Ne olacak bu İsmail Köybaşı'nın hali?''
Olacak, başka çaresi yok. Bizim Deli İbo da Richard Alpert değil heralde, elben bir gün “benden bu kadar” diyecektir. O zamanda, solbekte bir yerliyle devam etmek, birçok konuda avantaj olacaktır. Bakıyoruz milli takıma, tecrübe yanlısı Hiddink’in bile vazgeçilmezi konumunda, başka bir alternatifi de yok yani ülke de. O yüzden olmalı… Zaten ufak karar yanlışlarını bıraksa, şimdilerde yaptığı birçok hatayı da aza indirgeyecek. Bir solbek, daha kendi yarısahasındayken ve “kaptırma” ihtimali, geçip gitmesinden fazla iken driblinge kalkmamalı mesela… Zamanla komple hale gelir diye umuyorum, çok yetenekli orası kesin.

Beşiktaş’ın transferlerinin düzenli ve programlı olduğunu söyleyebilir misin?
Ciddi anlamda bir scout sistemi oturmadıkça, düzenli veya programlı diyemem transferlere. Mesela, Serdar Adalı; transferin son günlerinde “bulursak, geleceğe dair bir genç transferi yapacağız” dedi, ama bulunamadı… Düzenli ve programlı bir transfer komitesinde, zaten o isimler hazır olmalı. Hatta 10-15 seçeneğinin arasında tercih yapılmalı…

Ama yine de, geçmişe oranla “mantıklı” ve “hesaplı” hatta “başarılı” diyebilirim, Beşiktaş’ın bu sezonki transferlerine…

Quaresma’mı, Necip'mi?
Zor soru. Şöyle bir mantıkla cevaplayayım o zaman: Diyelim ki, iki oyuncuya da cazip birer teklif var ve Beşiktaş, “âli menfaatleri” için en azından birini satmak zorunda… O zaman, Quaresma’ya kıyardım herhalde.

Quaresma, “takım olmuş” bir takımda, “mahallemizin fırlaması” tadında kafasına göre takıldığı vakit, çok önemli işler yapıyor. Ama öncelikle, kaleci de dahil kalan 10 kişinin “takım olması” mesele. Ve bu uğurda da, sürekli gelişim kaydeden ve daha 19 yaşında olan Necip, çok önemli bir dişli oluşturuyor…

Guti’mi, Quaresma'mı?
“Sophie’nin Seçimi” durumuna sokuyorsunuz beni yavaş yavaş : )

Quaresma, belki de Beşiktaş’ın tarihi boyunca en ses getiren transferidir. Yaş, yetenek, tanınmışlık, ihtiyaç her şeye çok uygundu. Ama “takımı hangisi daha çok değiştirdi?” derseniz, Guti derdim… Guti ile takım bambaşka hale büründü. O yüzden Guti…
İyi ki “Guti mi, Necip mi?” diye sormamışsınız. “Onlar kalsın, ben gideyim…” derdim herhalde. :)

Metin-Ali-Feyyaz mi, Nouma-İlhan-Sergen mi?
MAF

İllaki bir tercih yapmak gerekirse, siyah mı yoksa beyaz mı?
Beyaz

— “İyi anlamda” Hiç unutamadığın bir Beşiktaş maçı?
Avrupa’nın büyüklerine karşı zaferleri sonradan tekrar tattık. Liverpool, Chelsea, Manchester United… Ama hiç biri 3-0’lık Barcelona gibi değildi. O maçta direk olarak “baskın” oynadık, 3-0’dan sonra 4-5 oluyordu çok rahat. Nouma bomboş gidemedi yorgunluktan, Nihat’ın frikiği direkte patladı, yine Nihat’ın “trivelasını” Dutruel harika çıkarttı falan… Bambaşkaydı o maç, yüzden unutmam.

1998 yılı Cumhurbaşkanlığı Kupası. Beşiktaş kötü haldeydi, Galatasaray çok iyi… 19luk Nihat’ın golüyle kupayı almıştık, beklemediğim bir şeydi. O nedenle çok sevinmiştim, unutamam. Derbilerden bir başka unutulmaz maç tabii ki 3-4’lük Fenerbahçe maçı.
Çukurca’nın bir sınır karakolunda maçı izlemiş olmam ve Tello’nun golünde, sesimizin Kuzey Irak’tan duyulması, “Beşiktaş’ın kazanması gereken bir maçı, Avrupa’nın en sıkı deplasmanlarından birinde” kazanmasıyla, Manchester United maçı da bir başkadır benim için.
1 dediniz 4 oldu. Kusura bakmayınız.

En çok sevindiğin sezon hangisiydi?
100. yıldır herhalde. Her derbi kazanıldı, şampiyon da olundu, UEFA’da çeyrek final nedir onu da gördük, e daha ne olsun?

Kötü anlamda asla unutamadığın Beşiktaş maçı?
Liverpool. Ertuğrul Sağlam, hala “derinde savunma yaparak” böyle rakipleri durduracağını zannediyor. Valencia maçında gördük yine yeniden. İşin kötüsü o maçta bir de Ricardinho’yu sokmuştu, iyi kötü mücadele edebilecek bir adamı çıkartıp. Top tutacak babında… Yürüyerek 8 attı adamlar.

Gelmiş geçmiş en beğendiğin Beşiktaşlı futbolcu?
Sergen başkadır tabi… Yabancılardan da Pancu’yu ayrı tutarım.

Hayalindeki başkan tipi?
Başarısızlığını, “rakiplerinin başarısızlığıyla” endeksleyip, yorumlamadan kabullenerek kendini yenileyen; Beşiktaş’ın parasını “babasının parası” gibi değil, “çocuğunun rızkıymış” gibi görerek harcayan; taraftarı öncelikle” Beşiktaşlı bir insan” olarak değerlendirip, daha sonra “görecekse” müşteriymiş gibi gören; kötüde değil, iyi teknik direktörde istikrar sağlayan (göreceli bu elbette); scout sistemi oturtmuş ve transferleri bu düzende yaptıran bir başkan isterdim…

Eğer başkan olsaydın yapacağın ilk 3 iş ne olurdu?
Bir scout sistemi oturturdum. Altyapıya, en az A Takım’ı teknik direktörü kalitesinde birini bulur, sorumlu olarak atardım. Muhtemelen bu yabancı olurdu.

Ya, yıllık 3-4 milyon Euro alan “kaliteli yabancı” transferi yapardım, ya da 300-400 bin Euro’ya oynayacak “gelecek vadeden”, scout sistemiyle taranıp bulunmuş gençleri alırdım. Transfer politikam bu olurdu, ortası olmazdı. Ortası; altyapı… Guti’den, Quaresma’dan zor ama Fink’ten, Hilbert’ten bulunur mesela altyapıda. Nitekim Fink’in dik alası bulundu: Necip.

3 seçenek verildi, 3’ü de direkt futbolla alakalı oldu. Aslında daha başka ne hayallerim var, yaz yaz bitmez…

Beşiktaş’ın bu sezon en zayıf karnı neresi?
Sivok’un kopan bağları sonrası; savunma… “Felsefe” olarak değil, çizgi savunma doğrudur. Ama isim isim bakıldığında, en zayıf karın orası gibi. Diğer bölgelerde alternatif ve kalite mevcuttur.


Bu sene Beşiktaş’ın ligde zorlanabileceği maçlar hangileri olur? (Derbiler dışında)
Ortasahası dirençli ve aynı zamanda “yakın oynayan” takımlar Beşiktaş’a dert olur. Eğer kanattaki oyuncuları, gol bölgesine top taşıyabilen cinstense, o dert daha da büyür. Bunların başını İBB çekiyor. Ki zaten yenildik de… Aslında biraz da, Abdullah Avcı’nın ekmeğine yağ sürmüştü Schuster o maçta. İkinci İBB maçı yine tehlikeli. Bu tarife uygun bir diğer takımlar Gaziantepspor ve Kayserispor.

Adnan Polat bu sene şampiyonluktaki rakiplerinin Fenerbahçe olduğunu belirtti, bu konuda ne düşünüyorsun?
Şu sıralar Galatasaray sıkıntılı bir dönemde. Yeni statlarına geçene kadar, rakipleriyle arasındaki farkın açık olmamasını istiyor Adnan Polat. Beşiktaş, Galatasaray’ın önünde gidecekmiş gibi duruyor. Ama Fenerbahçe’de de durumlar pek iyi olmadığı için, Galatasaray’la Fenerbahçe arasında pek fark olmayacak, hatta sıralama olarak Fenerbahçe’den önde götürmeleri daha muhtemel olacaktır. Yani, “asıl” rakipleriyle olan yarıştan kopmamış olacaklar her ihtimalde, biraz sükûnet hamlesidir bu.

Rakip olarak; iyi giden bir Beşiktaş’ı gösterseydi, erken açılacak olası puan farkı durumunda “rakiple ara açılıyor başkan?” denirdi. Bir de, Beşiktaş’ın kendilerinden daha iyi transfer yaptığını bir bakıma “itiraf” ederdi. O cesareti bulamadı, “kabullenmeme” yolunu seçti. Normaldir. Aslında kendisi de biliyor bu sezon Beşiktaş’ın ciddi bir şampiyonluk adayı olduğunu…

Bu sene Beşiktaş’ın ligdeki ve Avrupa’daki şansını ne olarak görüyorsun?
Schuster, büyük takıma yakışır oyun felsefesi ve “özgüvenli” oyuncu sayısının fazlalığıyla, ligde şampiyon görüyorum Beşiktaş’ı. Geçmişe nazaran, sahada “çözüm üreten” futbolcu adedi daha fazla.

Avrupa’da gruptan çıkılır, sonrası biraz kura şansı. Gelecekteki Şampiyonlar Ligi “torba” kategorisi adına, bu yıl toplanacak puanlar çok önemli...

Şimdiye kadar hiç Beşiktaş’tan umudu kestiğin oldu mu?
Umudu kestiğim sezon çok oldu, ama Beşiktaş’tan olmadı. Bazı mazoşist Beşiktaşlılar vardır, şampiyonluktan koptuktan sonra tribüne daha fazla uğrar. Onlardan biriyim diyebilirim.

Serie A'ya olan düşkünlüğünü biliyoruz. Bu ilginin nasıl başladığını öğrenebilir miyiz?
Şimdilerde moda bir deyim var; “Türkiye’nin olmadığı bir turnuva çekilmiyor…”. Çocukluk dönemlerimizde, milli maçların aslında Dünya Kupası’na, ya da Avrupa Şampiyonası’na katılma maçları olduğunu bile bilmezdik. Yani, hiçbir zaman öyle bir hesap içinde görmedik kimseyi.
O yüzden, Dünya Kupaları’nda herkesin kendine yakın görüp, tuttuğu bir takımı olurdu. Böyle bir seçimi 94’de yaptım, Baggio hayranlığıyla birlikte İtalya’yı tutmaya başladım. O finalde ciddi ciddi üzüldüğümü hatırlıyorum… Daha sonra, yine Baggio için Serie A günlerim başladı.

Brescia’ya gittiğinde bile, hiçbir özetini kaçırmazdım. NTV, Pazar günleri saat 13:15 gibi her maçın özetini veriyordu, hala hatırlıyorum zamanını. Brescia’ya gelene kadar, arada diğer özetleri de izliyorduk tabii… Maç içinde birbirine küsen ve pas atmamaya başlayan Del Piero ve Inzaghi ikilisini izlemek de güzelde mesela Juventus’da… Baggio jubile yaptı, ama ben hala kendimi Serie A’yı takip ederken buluyordum. Çekmişti beni, futbolu, tribünleri, “idolleri”… Bize benziyor biraz futbola bakışları, çok gerçek her şey…

—Renkdaş Juve ne zaman kendine gelecek? Ligden düşüp çıktıklarından beri bir türlü kendilerine gelememe sendromları var gibi...

Alt ligden çabuk çıktılar. Ama o dönem, Juventus’a “kendine güvenini” ve büyüsünü kaybettirdi. Bir sezon önce Inter’le bir müddet şampiyonluk yarışı yapmışlardı aslında, dar kadroya rağmen. Ancak geçen sene hovarda bir politika izlediler ve eldeki mayayı da bozdular. Bu sezon yeniden yapılandılar… Her sene en çok para harcayan kulüpler, o yönden sıkıntıları yok. Ama Juve, Juve olmaktan çıktı, o bir gerçek. Bence yıldız futbolcu değil, yıldız bir teknik direktör getirmek zorundalar. Belki öyle bir şey, yeniden Juve’ye hava katabilir…

Bu sene Serie A'daki en büyük şampiyonluk favorin?
Milan, geçen sezona nazaran daha güçlü zorlar. Ancak şampiyon aynı kalacak gibi: Inter.

Son olarak, 5 yıl sonra kendini nerede görüyorsun?
Kendimi; yine futbol üzerine kafa patlatırken, Deli İbo’nun soldan yardırıp, kestiği ortaya “dokunan” çıkmadığı için ettiği sitemleri izlerken, en büyük mutluluk ve hüzün sebeplerimin arasında, mutlaka Beşiktaş’ı yine var ederken görüyorum. Geçtiğimiz 5 yıl öncesi ve sonrasında değişmeyen şeyler bunlardı. Muhtemelen bunlar yine kalıcı olacak : ) Gerisini zaman gösterir, çok plancı biri değilim. 5 yıl sonra hayatta olmak birinci kural elbette.

Cartalete'ye bizi kırmayıp röportajı kabul ettiği için Son Kartallar adına teşekkür ediyoruz.

Serdar Tatlı

Serdar Tatlı dünkü maçın hakemini gazetesi Fanatik'te değerlendirmiş:

Özgür Yankaya genç ve vitrine yeni çıkarılmaya çalışılan bir hakem. Kapasite olarak bakıldığında gelecek vadeden biri. Ancak bu hakemi bugüne kadar büyüklerden sadece Beşiktaş’ın maçında üçüncü kez görevlendirmek, diğer büyüklerin maçlarına atamamak, bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yapılmış, ama ciddi bir hata olduğunu belirtmek lazım. İyi bir hakem olabilecek birisinin, kafasının ne kadar karmakarışık olduğuna, maçın geneline baktığımızda anlamak mümkündü. İki takım oyuncularına karşı uyguladığı standartsızlık, otoriteyi sağlayamaması umut beklenilen bir hakem değil de, durumu idare eden bir hakem olduğu endişesine bizi sevketti maalesef.

Hakem Yankaya’nın, 17. dakikada Erkan’ın, Ricardo Quaresma’ya arkadan sert hareketi, 21’inci dakikada da Deniz’in aynı oyuncuyu omzundan tutup çekmesine doğru sarı kart gösterdi. Ancak 45’inci dakikada Quaresma topla ilerlerken ayağındaki topa Erkan normal şartlarda müdahale etti. Oyun devam ettirince, Quaresma’nın hakeme karşı eliyle koluyla yaptığı tepkiye seyirci kaldı. 70’inci dakikada Ernst’in yaptığı sarı kartlık çok net pozisyonu devam ettirdi.
90+2’de ise İbrahim Üzülmez’in ceza alanı içerisinde Necati’nin sol ayak bileğine bastığı pozisyona devam diyerek Antalyaspor lehine net bir penaltıyı atladı.

Aynı maçtan mı bahsediyoruz biz ?

Ne İş ?


Antalya maçında Şeref tribünündeymiş kendileri, bize de 'ne iş? ' demekten baska bir şey kalmıyor haliyle...

Fevzi Tuncay


İlhan Mansız, formasının altından sizin formanızı çıkarıp o golü sizin için attığını ima ettiğinde neler hissettiniz?

Zaten daha ikinci golü yediğim zaman takım arkadaşlarım geldiler yanıma, "Tamam, önemli değil, devam et" dediler. 2-0 mağlupken ilk golümüzü attığımızda da, Nihat bağırdı köşeden, "Hadi, Fevzi için oynayacağız, arkadaşlar" diye. Ama tabii, İlhan’ın yaptığı jest çok hoşuma gitti. Ona çok teşekkür ettim. O an artık maç, futbol, goller, hiçbir şey yoktu benim gözümde. Sadece dostluğu görüyordum, arkadaşlığı. Sadece İlhan değil, diğer arkadaşlar da attığımız her golden sonra dönüp direkt beni gösteriyorlardı. Sadece arkadaşlığı görüyordum sahada ve mümkün olduğu kadar gol yememeye çalışıyordum artık.

Başlıksız

25 Eylül 2010 Cumartesi

Beşiktaş - MP Antalyaspor / Değerlendirmeler

Hakan Arıkan: Golde hatanın Hakan'da olduğunu düşünüyorum. Defansı izleyerek çıkmıyor toplara, Hilbert o pozisyonda hem Hakan'ı hem rakibi hem topu izleyemez, topu ve iki oyuncuyu cepheden gören Hakan, çıkıyorsa Hilbert'i erkenden uyarması lazımdı, 2. golü bulamasak daha acımasız eleştirilere maruz kalacaktı, ucuz atlattı. Biraz yedek kulübesinde oturması kendisi için hayırlı olur düşüncesindeyim.

Zapo-Toraman: Önlerinde dinamik bir orta sahanın oynaması sebebiyle fazla sıkıntı yaşamadılar. Djehoua oyundan çıkmasa belki daha çok zorlanabilirlerdi.

İbrahim Üzülmez: Necati faktörü yüzünden pek ileri bindirme yapamadı bugün, defansif olarak üzerine düşeni yapmakla yetindi, sanırım Rapid Vien maçında kenarda olacak.

Hilbert: Bugün bence sahanın iyilerindendi, zaman zaman yaptığı saçma hataları da olmasa tadından yenmeyecek. Pas trafiğimize ciddi katkı sağladı, defansif olarak da beklentileri karşıladığı söylenebilir. Sağ bekte Ekrem yerine Hilbert'i kullanmak daha mı mantıklı olur acaba diye düşünüyorum. Golde hatasının olduğunu düşünmüyorum. Attığımız ikinci golden sonra Hakan'a gitmesi de neden Beşiktaşlı olduğumuzu hatırlatan hoş bir detay oldu.

Aurelio: Geçen haftaya nazaran daha diri gözüktü. Önünde oynayan arkadaşlarının da çok koşması onun fazla yorulmamasını sağladı. Yerinde müdahaleleriyle defansı rahatlattı. Yalnız atağa çıkarken topu biraz daha çabuk ayağından çıkarırsa oyun yapımıza daha uyumlu bir oyuncu olur.

Necip: Sağ kanada yardımcı oldu, zaman zaman güzel paslar verdi. Golden sonra daha çok sorumluluk aldı. En iyi performansını ortaya koyduğunu söyleyemesek de günün iyilerindendi.

Ernst: Senin gibisi bir daha bu takıma gelir mi çok merak ediyorum. Bir insan bu kadar mı taraftarının yüreğindekini sahaya yansıtabilir. Beşiktaş formasıyla belki de en iyi performansını ortaya koydu. Hem defansta hem ofansta yapmadığı bir iş kalmadı. "Gençler Guti Guti diyorsunuz da onun yaptığını ben de yaparım." mesajı verdi. Şaka bir yana bu adam maçtan sonra demiş ki; "Pas verme konusunda Guti'den çok şey öğreniyorum." bunun üzerine ne denir bilemiyorum. 

Tabata: Ofansif anlamda beklentileri karşılayamadı ama koştu, mücadele etti. Kısacası takımını baltalamadı. Onun da çok koşması sayesinde orta sahamız fazla sıkıntı yaşamadı.

Quaresma: Milli takımdan döndükten sonra hala eski performansını yakalamış gözükmüyor. Yine çabalıyor, üst düzey oynuyor ama bir şeyler farklı geliyor bana. Sanıyorum yaşadığı sakatlıktan sonra vücut olarak kendini tam toparlayamadı. Ortaları, şutları yine on numara ama sakatlığından önce çizgiye inişleri daha kolay oluyordu sanki. 

Bobo: Gollerini saymazsak çok aktif olduğunu söyleyemeyiz, klasik sezon başı ağırlığına arada bir de sakatlık eklenmesi kötü etkiledi onu ama adam golcü arkadaş, golü kokluyor yakaladığında da sağ ayak sol ayak fark etmez gönderiyor topu filelere.

Schuster: Guti'nin yokluğunda oluşturduğu oyun planı tuttu diyebiliriz. Defansta açık vermedik golü de bulduk, yediğimiz talihsiz gol olmasaydı farka giderdik sanıyorum. Golden sonra fazla bir müdahale şansı yoktu. Nobre ve Holosko değişiklikleri de mantıklıydı. Tabata yorulmuştu, Aurelio da gol ararken vazgeçilebilecek bir oyuncuydu. Ayrıca son dakikalarda Onur Bayramoğlu'nu da sahaya sürmesi hoş bir ayrıntıydı. Onur iyi çalışırsa, özellikle öne geçtiğimiz maçlarda, daha fazla dakika alabilir.

Hakem Özgür Yankaya: Kartlarında bir standart yok. Bazı pozisyonlarda geç düdük çalıyor, oyuncunun tepkisine göre düdük çalması hoş değil, ayrıca tribünlerden de zaman zaman etkilendiğini söylemek yanlış olmaz. Son dakikalarda Necati'nin pozisyonuna penaltı çalması, çalmamasından daha doğru bir karar olurdu kanaatindeyim ama süzmesi zor bir pozisyon olduğunu da söylemek gerek. Kısacası iyi bir hakem tablosu ortaya koyduğunu düşünmüyorum.

Antalyaspor: Defansif anlamda zayıflamış Beşiktaş kanatlarının üzerine gidebilselerdi bize daha fazla sıkıntı yaşatabilirlerdi. İleriye top taşıma konusunda sıkıntı yaşadılar, Beşiktaş'ın dinamik orta sahası da dönen topları topladığı için ani atak şansı da bulamadılar. Şanslı bir gol buldular ama yeterli olmadı. Kalecilerinin oyunu duraklatması hoş değildi ama Radeljic'in yaptığının yanında kalecinin yaptıkları hafif kaldı. Şifo'nun biraz bu konuda oyuncularını uyarması gerek. Bugün rakip takımın başında başka bir teknik direktör olsaydı tribünlerin tepkisi daha da sert olurdu.

Taraftar: Görevlerini yerine getirdiler ama Hakan'a yapılan pek hoş olmadı açıkçası.

Maçın Adamları Bobo, Ernst #3


Beşiktaş - M.P. Antalyaspor / Maçtan Notlar


İlk Yarı

-Gün geçtikçe daha iyi olacağını sanıyordum fakat fazlasına dair umudum yok artık; topla münasebeti kötü, yetenekleri sınırlı, Hilbert'ten gelişme beklememek gerek.
-Necip üstüne koymaya devam ediyor, özgüveni yüksek, gözü kara, tekmeden korkmuyor.. Daha ne diyim ben sana çocuk!
-Fenerli her yerde fenerli.. bkz. Deniz Barış
-Hakem kontrolü elinde tutuyor, kararlar ve kartlar yerinde; iyi yönetiyor.

İkinci Yarı

-Gole kadar nispeten hareketsiz takımı Bobo'ya attırdığı golle Ernst ayağa kaldırdı.
-Gol sonrası birkaç pozisyon harcandı, neyse ki şimdi bunları konuşmamızı gerektirecek bir skor yok.
-Tabata bu tür iç saha maçları için çok iyi bir rotasyon oyuncusu ama daha iyisi için çalışmak zorunda.
-Hata Hilbert'te mi Hakan'da mı ? Ben Hilbert diyorum.
-Takım geriye düşse de, skor eşit de olsa 'ben gol atabilirim,rahat olun' izlenimi veriyor ve uzun yıllar sonrası böyle bir Beşiktaş izlettiriyor bizlere.
-Hakeme nazarım değdi sanırım; bu yarıda tribünün etkisinde kalarak birkaç hatalı düdük çaldı.
-Bobo'nun ikinci gol sevinci ve bu golün sevincini Hilbert'in Hakan ile paylaşması çok güzeldi.
-Son olarak Ernst Haz. diyorum üç nokta koyuyorum...

Beşiktaş - M.P. Antalyaspor / Onbirler

BEŞİKTAŞ

Hakan Arıkan
Hilbert
Zapotocny
İbrahim Toraman
İbrahim Üzülmez
Aurelio
Necip
Ernst
Tabata
Quaresma
Bobo

M.P. ANTALYASPOR

Sammy
Erkan
Radeljic
Deniz
Yenal
Ertuğrul
Kerem
Sedat
Necati
Tita
Djehoua

Ne Bekliyorsun?

Her maç, öncesi ve sonrasıyla ayrı bir hikayedir. Bu gün de Medical Park Antalyaspor maçının hikayesinin heyecanı var bizlerde.

Bir kaç soru ile maç öncesi hikayesini sizlere soralım.

Cevaplarınızı yorum olarak bırakırsanız bakalım Beşiktaş hangilerimizin beklentilerini ne ölçüde karşılıyor?

  1. Maçı kim kazanır?
  2. Beşiktaş kaç gol atar? Kimler atar?
  3. Kadroda sürpriz isim olur mu? Olursa kim olur?
  4. Beşiktaş için maçın yıldızı kim olur?
  5. Bilet fiyatları hakkında ne düşünüyorsunuz?

24 Eylül 2010 Cuma

Şeref



O, Beşiktaş'ı kurmadı ama çok büyük çoğunluğumuzun Beşiktaş'ı sevme sebebi olan futbol takımını kulübe kazandırdı. Bugün bu takım üzerinden sevmeye başlayıp aşık olduğumuz bu kulübün çok şey, belki de varlığını, borçlu olduğu; hayatta yaşayabileceğimiz en güzel duygulardan birisini yaşamamızı sağlayan insanı kaç Beşiktaşlı hakkıyla bilip, sahip çıkıyor? 'Şeref' deyince kaç kişinin aklına O geliyor?


Şeref Bey aslen Erzincan İli, Kemaliye İlçesi, Kavacık Köyü'nden olup, babası Mehmet Bey İstanbul'a göç ettikten sonra orada 1894'te dünyaya gelmiş, ömrünü Beşiktaş için harcamış, hastalığını Beşiktaş yüzünden ikinci plana atmış, 1933'te hayata veda etmiştir. Bizlerin deyimiyle Beşiktaş için şehit olmuştur.

Asıl ismi Ahmet Şerafettin olup babası gümrük memurudur. Ahmet ismi de babasının babasından, yani dedesinden, gelmektedir. Valideçeşme Dibek Sokak'ta 7 numaralı evde doğmuştur.
Fransız mektebini bitirdikten sonra, darülfünunda eğitimine devam etmiş ve 20 yaşında mezun olmuştur. Valideçeşme'de mahallenin gençleriyle kurduğu takımla futbol maçları yapan Şeref Bey'le Beşiktaş'ın yolları 1911'de kesişmiş, bu tarihte kulüp olarak Beşiktaş bünyesine katılmışlardır. Zira o zamana kadar Beşiktaş Kulübü'nde futbol branşı yoktur.

1919'a kadar liglere katılmayan, sadece diğer kulüplerle özel maçlar yapan Beşiktaş bu tarihte Türk İdman Birliği'ne katılmış, 2 sene süren bu ligin tek şampiyonu olmuştur. Bu tarihten sonra liglere katılmaya devam eden Beşiktaş'ın bir sahaya ihtiyacı olduğunu düşünen Şeref Bey 1929 yılında Taksim Stadı'nın bir kısmının hissesini satın almış ve böylece Beşiktaşlı sporcuların idman ve maçlarını yapmaları için bir yer temin etmiştir.
Bundan kısa bir zaman sonra daha sonra Çırağan Sarayı'nın yanında Şeref Stadı'nın bulunduğu mevkiyi alarak Beşiktaş'a kendi stadını kazandırmak için çalışmalara başlayan Şeref Bey bu çalışmaları sırasında hastalığa yakalanmış; fakat hayatı boyunca öncelik verdiği Beşiktaş'a bu konuda da önceliği vermiş, hastalığının tedavisini aksatmış ve 1933 yılında çok sevdiği Beşiktaş için şehit olmuştur. İnşasına başlanan stad ise 1940 yılında tamamlanmış ve stada olabilecek en doğru isim, Şeref, verilmiştir.


Şeref Bey Beşiktaş idareciliğinin yanısıra Türk Futbolunun gelişimi için de büyük çabalar sarfetmiştir. Federasyonda aktif görevlerde bulunmuş ve hakemlik yapmıştır. 1928'de Budapeşte'de yönettiği Macaristan-Avusturya maçı ile de ilk uluslararası Türk Futbol hakemi olma onuruna erişmiştir. Bütün bu işlerinin yanı sıra mesleği olan tarih öğretmenliğine de devam etmiştir.

Şeref Bey her yıl daha da büyüyen bir kitleyle 8-14 haziran haftasında, özellikle Son Barikat'ın çabalarıyla, Yahya Efendi Dergahı'nda bulunan mezarı başında anılmaktadır. Bunun yanında Unibjk tarafından yaptırılan heykelinin açılışı da 19.03.2008 tarihinde Fulya Dünya Barış Parkı'nda, Baba Hakkı'nın hemen karşısında yapılmıştır.

Beşiktaş takımı o zamandan beri "Şeref'in çocukları" olarak anılmaktadır ve anılmaya da devam edecektir.
Ruhu şad olsun.

Yapma


Duydum ki Antalyaspor maçında Ernst'i oynatmayı düşünüyormuşsun, bir başkasını oynatmaya bir başkasını terletmeye gerek duymuyormuşsun.

Yapma.

Avrupa Ligi dedin oynattın, rakip Vikingur dedin oynattın, Türkiye Ligi dedin oynattın, antremanlarda hep oynatıyorsun; yarın Türkiye Kupası başlayacak onda da oynatacaksın. Düğünün olsa halaya ilk 11 yazacaksın .

Yazma.

Oyun kurmak için benim Guti. Haz'ım var dedin pas alışverişini Ernst'le yapmasını istedin, rakibi durdururken aynı zamanda ilerde vurmasını istedin, Cska Sofya maçında bile ona güvendin , ondan maçı almasını bekledin onunla günü kurtardın.

Etme.

İlk 11 oynamaktan, üç günde bir 90 dakika oynamaktan adam sakal verdi, 30 yıllık dazlağın saç çıkarmasına vesile olacaksın, genleriyle oynuyorsun.

Yapmaaa , yapmaa.


Fink'in sözleşmesini dondurdun, ısıttın; 18'lik Necip'i Ernst var diye bir aydır oynatmıyorusun, Aurelio'yu çok az kullanıyorsun, Ernst'i öyle harap öyle altüst ediyorsun, hakızlık ediyorsun.

Etme.

Ey Schuster : Ernst harap olmuş, mahvolmuş bizim için onu öyle harap, öyle altüst ediyorsun, mahvediyorsun; dişlilerini bozacaksın, iş görmez hale getireceksin, bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçmıyor ama Ernst'in huzurunu bozuyorsun, sen mahvediyorsun.

Etme.


http://www.youtube.com/watch?v=bThGbI6mA-U

23 Eylül 2010 Perşembe

Nostalji Forma Satışa Çıktı




Zamanında satın alan için pek bir şey ifade etmeyen bir haber bu ancak, benim için fırsatı kaçıranlar için bu sene Kartal Yuvası'nın yaptığı mantıklı bir hareketle, dün itibariyle 100. Yıl Bağcıklı Forma satışa çıktı. Lakin ben bunu normalde kulübün resmi sitesinden öğrenmem gerekirken, Forza Beşiktaş'tan öğreniyorum. Belki bazılarınız da buradaki post aracılığı ile öğrenmiş olacak bu haberi... Çoğu kişinin satın almak için bir saniye bile düşünmeyeceği bir ürünün duyurusu nasıl yapılmaz, cidden anlamış değilim. Alacaklar için fikir vermesi açısından çektiğim fotoğrafları paylaşmak istedim.


Formaya gelecek olursak, kumaş bakımından ilk çıkan ile arasında pek bir fark olduğunu söyleyemem. Amblem de oldukça kaliteli ve göğüs reklamı olmaması da ayrı bir güzel. Günlük hayatta bile giyilebilir bu forma... Bedenleri ise biraz büyük tutmuşlar. Ben standart bir t-shirt bedeni olarak M beden giyiyorum, bu formanın S bedeni üstüme tam oturdu diyebilirim. Tavsiyem, standart bedeninizin bir altını almanız... Formanın fiyatı ise 40TL, bence gayet makul.

Son olarak, bizim yönetimin sağı solu belli olmaz diyerek, eğer elinizde nostalji forma yoksa hemen almanızı tavsiye ediyorum. Çünkü fazla fazla üretilmediyse, bitmesine kesin gözüyle bakıyorum.

And Oscar Goes To... İbrahim Button...



Onlarca oyuncu, yönetmen, senarist, kameraman, ışıkçı ve bir dünya sinema emekçinin çabaları bazen bir filmi iyi yapmaya yetmez. Onca şeyin içinde, binlerce zincirleme hatanın doğurduğu emeği bir kişi kurtar bazen. O kötülükler içinde, o bataklıktaki yasemin gibi parlar ve takdir alır.

İşte Beşiktaş'ın sol kanat filminin jönleri içinde ayrı bir yerdedir İbrahim Üzülmez. Her yeni yönetmenin, sol kanat filmine davet ettiği konuk oyuncular uzun soluklu olmadı ve jön 10 senedir spotların altında parıldamaya devam ediyor.

Ha ben küfür etmedim mi maç izlerken, ettim ama "Sezar'ın hakkı Sezar'a" diye boşuna dememişler. Bu hakkı bizlerden söküp alan İbrahim Button için açılacak parantezin hiç kapanmaması gerektiğini düşünenlerdenim.



Guti, Quaresma gibi karamponlu futbol sanatçıları ile aynı sahneyi paylaşıp rol çalma konusunda büyük başarıya sahip olmak ve oynadığı futbolla onlarıla birlikte yükselmek alkışlanacak birşey. Bu yöneden bakıldığında Quaresma'nın gösterdiği performansta İbrahim Üzülmez'in, Button'un gösterdiği performansta Quaresma'nın direk katkısı var.

Futbol bence bazı yönleri ile puzzle yapmaya benziyor. Kenarları yaptıktan sonra eldeki parçaları ortaya yerleştirmek daha kolay oluyor. Durum böyle olunca Beşiktaş'ın sol kanadında yaşananlar gelecek için ümit veriyor ve sağ kanada da bir Üzülmez aramaya itiyor bizi.

"Amatörde bile sağ bek oyanamadım." açıklamasını duyduğumda "Sen kalede bile oynarsın. Sen benim çocuklarıma Metin ile Feyyaz ile Ferdinand ile Ali ile birlikte anlatacağım bir efsanesin" demek geldi.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Biri Zemin mi Dedi?



1981 Yılı, İnönü Stadında Boluspor maçı...

Real Patates Tarlasi


Inonu Stadi malumunuz patates tarlasindan beter, ayni sey Real Madridin basina kismen geldi, Inonu'nun zemininden defalarca duzgun olmasina ragmen Real Madrid yonetimi Mourinho'nun sahanin zeminini patates tarlasina benzetmesinden sonra stadin zeminini komple kaldirmis ve yeni cim zemin doseme islemlerine baslamis, Bernabeu'da oynanacak mac olan Deportivo macina yetistirilecegi de aciklanmis kulüp tarafindan, soz konusu 2 hafta icinde zemin sifirdan duzenlenecek anlayacaginiz, bizim durumumuza daha iyi bir ornek olamazdi..

Yatacak Yeriniz Yok...



Fenerbahçe Aşkı


Rıdvan Dilmen; ''Fenerbahçe sekiz tane ''net'' pozisyondan yararlanamadı''...

21 Eylül 2010 Salı

İyi Futbol İyi Oyuncular

Sıkça duyduğumuz sözdür ''iyi futbol iyi oyuncularla oynanır''. Biz Beşiktaşlılar olarak bu sözdeki ''iyi oyunculara'' pek aşina olan bir taraftar topluluğu değiliz, özellikle 100. yıldan sonraki süreçte, genelde mücadele eden, savaşan, pres yapan kimliğimizle ön plana çıktık son yıllarda.

Mustafa Denizli döneminde olan Şampiyonluğumuz takım savunmamızla kazandığımız şampiyonluktur. O dönemdeki kadroda en büyük yıldız olarak gösterilen Delgado'nun bu sezon başında başına neler geldiği çok net bir şekilde akıllarda. Delgado sakatlandıktan sonra takımın lideri olan Tello bu sezon ilk gönderilen isimler arasında, bundan sadece 2 yıl önce takımın Bobo'yla en büyük gol silahı olan Holosko yedek klübesine demir atmış durumda. Bu saydığım isimler bize çok anlamlı iki tane kupa kazandırdılar, zaten anlatmak istediğim savaşçı isimlerle Şampiyonluk kazanılamaz olduğu değil, bir teknik direktör olarak, savaşçı isimlerle istediğiniz kadar bir sisteminiz olsun o isimler saha içerisinde kendi sistemlerini yaratacaklardır, siz bugün Delgado'nun sabahtan akşama kadar beynini yıkasanız, ne şekilde oynayacağı hakkında taktik verseniz o yine sahaya çıkıp bildiği gibi oynayacaktır yada başka bir deyişle sizin verdiğiniz taktik onun yapabileceğinden fazla teknik gerektiriyorsa o bunu denese bile başarılı olamıyacaktır, bu yüzden kendi bildiği gibi oynamaya çalışacak ve sizin verdiğiniz taktiğin hiç bir anlamı kalmayacaktır.

Geçen seneye dönelim Kadronuzda yıldız diyebileceğiniz isimler Tabata ve Nihat, o yıldız oyuncunuz olan Tabata sezon boyunca büyük takım oyuncusu ağarlığını kadıramamış bu yükün altında ezilip kalmış. Nihat ağar sakatlıklardan çıkmış sezon başı kampı kaçırmış bir sezon boyunca sadece taraftarın tepkisini almış. Türkiye kariyerinde ortalama her sezon çift haneli gol rakamına ulaşan Nobre bir sezon boyunca bir gol gibi inanılmaz facia bir performans göstermiş. Bobo kariyer gol rekorunu ''12 gol ile kırmış''.. Serdar Özkan sadece biraz çalışkanlığı ile takımın her maç ''en göze çarpan oyuncusu'' olmuş fakat son vuruşları bir amatör oyuncu kadar olmadığı için bal yapmayan arı durumuna düşmüş. Takımınızda helal olsun dediğiniz adamlar her maçta Rüştü, Ferrari, Sivok, Ernst, Fink olmuş..

Şimdi tüm bu saydığımız isimler ışığında bir değerlendirme yapacak olursak, geçtiğimiz 2 sezon boyunca göze hoş gelen kaç maç oynadık diye sorsam bir elin parmaklarını geçmez. Son iki yılda unutulmaz galibiyetlerde aldık fakat İnönüde bile kendi yarı sahasına kapanmış on tane siyah beyazlı oyuncu bizim KaraKartallar olgumuzla hiç uyuşmuyordu, Mustafa Denizli Hayatı boyunca Hücum felsefini benimsemiş bir Teknik Direktörken neden böyle siyahla beyaz kadar bir değişim içine girmişti? Cevabı çok basit tüm yukarda ismin yazdığım isimler onun hücum futbolu felsefesini sahaya yansıtabilecek kalibrede oyuncular değildi.. Çünkü hücum futbolunda kaliteli oyunculara ihtiyaç duyarsınız, iyi futbol iyi oyuncularla oynanır...


Şimdi birde Schuster dönemine bakalım sezon başı Q7 ve Guti transferleriyle ortalığı birbirine katmış olan Beşiktaş'tan zaten beklentiler tavana vurmuş durumdaydı, sezon başı Vikingur maçıyla başlayan serüvende iyi kötü bir sistem ile oynamaya başladık bu sistem ile kalemizde pozisyonlar versekte kalecilerin formu ve birazda şansımızla çok büyük yara almadan çıktık, ama sahada oynanan oyundan kimse zevk almadığını söyleyemez, doksan dakika boyunca oyuna hükmetmeyi isteyen devamlı golü düşünen, kim oynarsa oynasın performansını iyi yönde gösterebilen bir takım izlemekten kimse şikayetçi değil. Peki nasıl olduda yıllardır defansif oynayan Beşiktaş bir anda çehre değiştirmiş sanki yıllardır aynı hücum felsefesiyle oynuyormuş gibi sahada herkesin gözlerinin pasını siliyordu? Yönetim Mustafa Denizli ile yolları ayırdıktan sonra Önce Schuster ve sonra Q7, Guti gibi üç tane birbirini tamamlayan isim transfer etmesiyle yılardır yaptıkları yanlışlardan birazda olsa ders aldıklarını gösterdiler. Bu üç isim birbirini tamamlayan puzzle gibi, herhangi birisinin yokluğunda takımda büyük bir boşluk oluşur, Schuster'in ''hücumcu takım'' oyun anlayışında oynayabilmek için bu kalibrede isimler gerekiyor, özellikle şampiyonluğa oynayan bir takımsanız alacağınız oyuncuların Şampiyonluğa alışmış, kazanmaya alışmış, büyük takımların baskısına alışmış, taraftar baskısına alışmış isimler olması gerekiyor (bkz.winner). Bugün Q7 ve Guti olmasa Schuster istediği futbolu oynatabilirmi diye soralım? Cevap çok net bir şekilde hayır. Ben bunları Kadıköyde Beşiktaş beraberlikle ayrıldıktan sonra yazıyorum, öyle çok çarpıcı bir galibiyetten sonra yazılan bir yazı değil bu, bunları yazmamdaki sebep takımdaki isimlerin hepsinin sistemi benimsemiş, oyun kültürünü benimsemiş olmaları. Bugün Necip Uysal gibi genç, tecrübesiz bir oyuncu bu takımda sırıtmıyorsa hatta ''iyi'' oynuyorsa burdaki sistemin başarısı tartışılmaz. Nobre son iki yıldır süresiz izindeyken bu sene performansını tavana vurdurması takımdaki kaliteli isimlerden dolayıdır, Tabata ikinci yarı girip maç çevirmeye başladıysa yanındaki çarkların iyi çalıştığındandır, attığı pası geri alabildiği içindir, geçen sene topla hücumda 4 kere buluşuyorsa bu sene onbeş kere buluştuğu içindir, Zapo gibi dengesiz bir stoper bu takımda sırıtmıyorsa önündeki adamların her topa anında basmasındandır, Ernst ilerlemiş yaşına rağmen şarap gibi oynaması takımın hep beraber hareket etmesindendir, Quresma Portodaki yıllarındaki gibi oynamaya başlaması Beşiktaş takımının onu oynatma çabası içinde olduğundandır, Guti bugün saha içinde sanki yıllardır takımın tek lideri gibiyse bunda onun karizması ve sistemin başarılı bir şekilde futbolculara aktarıldığından ve her futbolcunu saha içinde ne gibi görevlerinin olduğunu bilmesindenir.

Kısacası Beşiktaş bu sene çok iyi bir teknik direktöre ve oyuncu grubuna sahip, birbirini tamamlayan çarklar yerine oturmuş durumda, son maçta Kadıköyde rakibini kendi yarısahasına hapseden takım bugün Spor Toto Süper Ligde forse edemeyeceği rakip yoktur. Bu takım maçta kaybedecek elbete fakat sisteminden vazgeçmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Çoğu zaman derler ya kaybedecekseniz böyle oynayında kaybedin, işte bende onu istiyorum kaybedecekseniz büyük takım gibi kaybedin, bu gözler son yıllarda sinen takım görmeye çok alışmıştı birazda saldıran Beşiktaş'ı izleyelim.

Haftanın Oyuncusu Ernst #2


Onun için çok fazla söze gerek yok. Beşitaş'a geldiği günden bu yana mücadele etmediği maçı hatırlayabilen yoktur. Sezon başından beri Schuster'in değişilmezi oldu, Fenerbahçe maçında Beşiktaş'a geldiği ilk sezon oynadığı bölgede oynadı, o bölgedeki performansı bizi şampiyonluğua götüren en büyük etkenlerden birisiydi. Guti ile birlikte Beşiktaş'ın ataklarını başlatan isim oldu, kaybedilen toplarda hemen rakibin karşısına dikildi, Emre Belezoğlu'nu kendi ceza sahasının çizgisine kadar itmeyi başardı ve Fenerbahçe'nin pas trafiğini kilitledi. İkinci yarı ile birlikte Beşiktaş'ın Fenerbahçe'yi kendi sahasına hapsetmesinde başrolü oynadı, %90 gibi inanılmaz bir pas isabeti oluşturdu, her yönden harika bir maç çıkarttı Alman Panzerimiz. Kendisini kutluyor ve hep böyle oynamasını temenni ediyoruz.

Ne Değişti?


Defansif futbol anlayışıyla bilinen Jean Tigana, Kayserispor'a gol yememeyi öğreten Ertuğrul Sağlam ve geçtiğimiz sezon Fenerbahçe karşısına sadece 2 (yazıyla iki) ofansif futbolcuyla çıkan bir Mustafa Denizli Beşiktaş'ın son 5 yıllık değiş(e)meyen oyun sistemin baş sorumlularıdır, Mustafa Denizli haricindeki teknik adamların oyun anlayışı belli, yönetimin de bu teknik adamları bilerek takımın başına getirdiklerini düşünmüyorum; Tigana Fulham'da parlattığı kariyeri baz alınarak Ertuğrul Sağlam ise ''Beşiktaş'ın çocuğu'' vasfıyla, futbola bakışı göz önünde bulundurulmayarak takımın başına getirildi, Mustafa Denizli ise Ertuğrul Sağlam'ın beklenen istifasının ardından ve Shaktar Donetsk'in sahibi Ahmedov'un Lucescu'ya izin vermemesi üzerine ani bir manevra ile Beşiktaş'ın başına getirildi.


Son 5 yıllık süreçte beni şüphesiz en çok şaşırtan hoca Mustafa Denizli oldu, ofansif futbol anlayışıyla bildiğimiz ve ilerde oynamaya çalışan futbol mentalitesiyle Beşiktaş macerasına başlayan Mustafa Denizli (Beşiktaş'ın başında yer aldığı ilk maçına 5 ofansif oyuncuyla çıkmıştır: Tello,Delgado,Nobre,Holosko), tüm Türkiye'yi hayretler içerisinde bırakan bir Fenerbahçe deplasman kadrosuyla hem şampiyonluk yarışından havlu atmış oldu, hem de sonuna geldiği Beşiktaş kariyerini noktalamak zorunda kaldı. (Fenerbahçe maçında Tello ve Bobo dışında ofansif oyuncu yer almamıştır), Mustafa Denizli'yi bu derece ağır değişimlere sürükleyen şey elbette bir yıl içerisinde oyun anlayışını kafasında değiştirmesi değil, yönetim - futbolcu ekseninde eldeki oyunculardan maksimumu alabilme çabasıdır. Ligin en az gol yiyen takımını yaratma sürecinde hem istediği oyuncuları transfer edememesi, hem de kayıtsız şartsız kendisine güven beslediği Matias Delgado'nun sakatlığı Beşiktaş'ta istediğini yapabilmesini engellemiştir. Dolayısıyla mücadele ve savunma futbolu haricinde bir şey izleyemediğimiz maçlar serisi sanırım birçok Beşiktaşlıyı yıldırmıştır.

2010-2011 sezonu öncesi Mustafa Denizli hastalığını bahane göstererek kulübün başında kalamayacağını açıklaması üzerine, Beşiktaş daha önceden anlaştığı haberleri çıkan Schuster'i takımın başına getirdi, oyun anlayışı mı, yoksa ismi mi ön planda tutuldu tam emin olmak mümkün değil, ama Bernd Schuster Getafe gibi vasat bir takımı 'oynayarak' bir yerlere getirmeyi başarmış, Real Madrid tarihinin en az parıltılı kabul edilen takımını rekor puanla ve harika bir futbolla lig şampiyonu yapmış (Barcelona'yı dörtleyerek) bir teknik adam profiliyle gelmişti, Schuster'in 'hücum yapan bir takım izleyeceksiniz' açıklamasının ardından Quaresma, Guti gibi dünyanın kabul ettiği oyuncuları kadrosuna katınca Beşiktaş'ta beklentiler ister istemez fezaya vurmuştu.

Hazırlık karşılaşmalarında Delgado-Ernst ikilisini gördüğümüzde hepimiz şu an takımı deniyor herhalde nasıl olsa bu sistemle devam etmeyecektir diye düşünürken zayıf Vikingur maçlarında da aynı kadroyu görünce birazcık dişli takımlara karşı bu kırılgan orta sahamızla neler yaparız diye düşünmeden de edememiştik ki, bizleri haklı çıkaran bir Plzen deplasmanı Beşiktaş taraftarının tırnaklarını midesine indirmişti. Her arkaya atılan top, kaleci Hakan Arıkan'ı devleştirirken; savunma zaafları herkesi endişelendirmişti. Öyle ya, Anyalyaspor'dan iyi olmayan bir Plzen ve koca götlü bir Horvath (severim kendisini nispeten iyi topçudur) Beşiktaş'ı az daha Avrupa'dan ediyordu, daha ne olsun. Hele ki maç sonunda Rıdvan Dilmen'in Schuster'e 'hoca bu böyle olmaz, sistemi değiştireceksiniz herhalde?' sorusu üzerine 'ne münasebet aynı sistemde oynamaya devam edeceğiz ve daha iyi defans yapacağız' cevabı Beşiktaşlıları oldukça tedirgin etmişti.



Herkes Ernst-Necip (Fink) ikilisine geri dönmemizi beklerken, aynı kadroyu rövanş maçında görmek bu sitemde ısrar edeceğimizi anlamamıza kesinlik kazandırdı. Yalnız savunma arkası toplardan çok canımızın yanacağını iddia eden kitle henüz son sözünü söylememişti ki, onların imdadına İ.B.B maçı yetişti. Arkaya atılan her toptan pozisiyon yakalayan ve bunlardan ikisini gole çeviren (üstelik kaleci Cenk Gönen'in bir libero gibi oynamasına rağmen) İ.B.B ciddi anlamda Beşiktaş'ın umutlarını zedelemişti, lakin bu anlayıştan vazgeçmeyeciğini her basın toplantısında vurgulayan Schuster; Karabük, Ankaragücü, CSKA Sofya maçlarını iyi oynayarak kazanınca savunma arkası savunma arkası diye bağıran tek kişi de yüzyılın futbol doçenti Sergen Yalçın olarak kaldı.



Son ciddi sınav Fenerbahçe maçıydı bu sistemin sorgulanabileceği daha iyi bir yer Türkiye'de sanırım kolay kolay bulunamaz. Peki kaos futbolunun Türkiye ayağı olan Kadıköy'de Beşiktaş'ı eze eze 70 dakika karşı kalede oynamaya iten sebepler nelerdi? Aslında oldukça basit... Rakibin top yapmaya başladığı yeri -Emre Belözoğlu'nu- sindirmek (bataklığı kurutmak) her ihtimale karşı arka alanda topla buluşması engellenmesi gereken Alex'i Auerelio ile kilitlemek (Toprağı bol olsun. Geçen yıl Fink, İnönü Stadı'nda çok güzel bir örneğini sergilemişti) ve geri kalan sürede topu olabildiğince kaliteli ayaklara iletebilmek... Beşiktaş tamamen bunu düşünerek çıktı sahaya ve ilk 15 dakikalık periyot dikkatle incelenirse, atakların başlangıç noktası olan Emre pas yapacak alan bulamadı. Israrla yarı sahada rakibe yapışan oyuncularıyla (Fabian Ernst oley oley oley) Beşiktaş senelerdir hiç görülmemiş bir baskıyla topu rakip sahada oynamaya başladı. İlk yarının ikinci 25 dakikası konumuz dahilinde değil... Sakatlık sonrası gelen bir gol ve panik havası sistemin işlemesine engel oldu. İkinci yarıda da kendi bildiğini yapan, topu olabildiğince kendi sahasına getirmek istemeyen bir Beşiktaş izledik. Bunu yapabilmemiz için de alternatifi olmayan ve tek oyuncu olan Guti'den maksimum fayda aldık ( cCc guti.haz cCc ). Hele ki Ernst ile %90'ı bulan olumlu pas trafiği, Fenerbahçe'nin zaten karşılık verebilmesine fırsat tanımadı. Neticesinde de Beşiktaş beraberlik sayısını buldu. Acaba 2. yarıda Beşiktaş'ın golü bulamayacağını düşünen olmuş mudur bilmiyorum; ama ben 90. dakikada da olsa golün geleceğini hissediyordum.

Toparlayacak olursak Beşiktaş Mehmet Demirkol'un da ifade ettiği gibi şu anki oyuncu yapısıyla oyunu geride kabul ettiğinde sıradan bir takım görüntüsünde, bunun altından kalkabilmesi de çok güç... Öyle ki, çok üstün meziyetleri olmayan Zapo bile bu sistemde kendini parlatabiliyorsa bunun tek sebebi topun geri alanda oynanmaması ilerde şok baskıyla topun sürekli rakip yarı alanda dolaştırılmasıdır.

Plzen maçında fark yemenin eşiğinden dönen ve bunun akabinde "Sistemden geri dönüş yok!" diyebilen, Fenerbahçe maçı dahil her maçta aynı şablonla farklı oyuncularla tek benimsediği şeyi geri adım atmadan yapabilen bir teknik adama sahip olmak, Beşiktaş camiası için çok büyük bir avantaj... Geçtiğimiz yıl kahvelerde 10-15 kişi tarafından izlenen mücadele futbolunun üzerine taraflı tarafsız herkesin gıpta ile izlediği, hücum oynamak isteyen ve bunu başarabilen bir takıma sahip olmak gurur verici...
(Özet geç diyenler için)



20 Eylül 2010 Pazartesi

Karar Ver Schuster

Bir istatistiki bilgi vereceğim şimdi. Beşiktaş bu sezon 5 lig 7 Avrupa Kupası maçı oynadı. Toplam 12 maçta 9 galibiyet 2 beraberlik ve 1 mağlubiyet aldı.Kaybettiği Belediye ve berabere biten maçlarda Necip oyunda yoktu (Plzen maçında ikinci yarı oyuna girdi) , kazandığı maçlarda ise deplasmandaki Vikingur ve son dakika golü ile yenebildiğimiz CSKA maçı hariç hepsinde oynadı. Matematik yalan söylemeyeceğine göre ortaya şöyle bir mantıksal önerme çıkıyor;

"Necip yoksa ka-za-na-mı-yor-sun"

Bu sonucun ortaya çıkmasında tek veri Necip'in varlığı veya yokluğu değil elbette asıl önemli etken takımın orta sahada kaç oyuncu ile ve nasıl oynadığı. Kendi aralarında yer değiştirebilen üçlü orta saha ile çıkıyorsa her maçı kazanıyor Beşiktaş, çıkmadığı her maçı da kaybediyor veya berabere kalıyor. Schuster'in topa ileride sahip olma ve hızlı çıkma şeklindeki oyun anlayışı ancak ve ancak ideal şekli Guti-Ernst-Necip olan bir orta saha ile işleyebilir.

Peki bu oyun anlayışı içinde Necip neden bu kadar ön plana çıkıyor. Cevabı sorunun içinde aslında. Schuster sürekli ileri çıkın diyor, ileride basın diyor ama ideal ortasahanın iki oyuncusu Guti ve Ernst yaşları ve fiziki güçleri itibariyle 90 dakika boyunca ileride baskıyı kaldıramıyorlar.Zaten her ikisi de pres oyuncusu değil ama en iyi becerdikleri şey rakibin koşu alanlarının önüne geçmek veya paslaşacakları alanları kapamak, bunu da belli bir süre yapabiliyorlar ve yoruluyorlar. İşte burada hızı ve hırslı oyun anlayışı ile Necip devreye giriyor. Demek istediğimi televizyon yayınından izleyerek anlayamazsınız ancak stattan canlı seyretmeniz lazım. Necip oyun içinde Guti ve Ernst'le hiçbir zaman pişti olmuyor. Onların bastığı alana girmiyor,onların açık bıraktığı alanı alıyor,bu ikisi önündeyse hemen arkalarına geçiyor ve olası bir top kaybında kaçabilecek ilk oyuncunun önünü kapatıyor. Yani inanılmaz yüksek bir oyun bilgisi var. Bu dediğimi bir yere not edin ve statta izleyeceğiniz ilk maçta bu çocuğa özellikle dikkat edin. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Schuster mantığında eğer bir maçta Necip oyunda yoksa orta sahada Guti ve mutlaka Ernst,bunların önünde ise gidene kadar Delgado ve sonrasında Tabata oynuyordu.Schuster ilk kez bu anlayışı bozdu ve hem Necipsiz hem de üçlü orta saha ile oynadı. Necip yerine Aurelio vardı bu kez. Aurelio tercihinde derbi maçında tecrübeli oyuncu oynamalı gibi bir mantık aranabilir ancak açıkça görülüyor ki Aurelio yaşı ve fiziği itibariyle asla Necip'in alternatifi olamaz. Ernst'in verdiği mücadelenin hakkını yemek istemiyorum ama Guti ve Ernst'in arasına katılmış bir Aurelio yaş ortalaması 30'un üstünde koşmayan,basmayan bir ortasaha yaratmaktan başka bir işe yaramaz. İnanmayan Aurelio oyundayken ve oyundan çıktıktan sonraki topa sahip olma ve pas oranına baksın.

Fenerbahçe maçı özelinde söylemiyorum bunu. 12 resmi maç sonucunda ortaya çıkan resim;bu takımda defansta,hücumda veya kanatta oynayacak oyuncu konusunda bir sıkıntı yaşanmaz sezon sonuna kadar,burası gayet net,ama Schuster'in artık ne yapıp ne edip şu orta saha meselesinde nihai bir karar vermesi gerekiyor.