27 Eylül 2010 Pazartesi

Öz Evlat

Neden seviyoruz futbolu? Hiç düşündünüz mü bilmem, eminim vardır aranızda buna kafa patlatan, bana da arada eser öyle bir taraftan... Herkesin farklı nedenleri vardır elbette, yoldan kimi çevirseniz, sorsanız vardır bir farklı cevabı; aynı insanların değişkenliği gibi... Buradaki konuyu sadece Beşiktaş'a indirgemiyorum, genel olarak yazıyorum. Herkesin kalbinde bir takım vardır ama ben futbolu seven taraftardan bahsediyorum. Kendi takımının maçı olmasa bile; çerezini, cipsini, kolasını ya da birasını alıp televizyonun karşısına oturup, heyecanla maça ortak olan; duruma göre, maçın seyrine göre kendine bir taraf tutan seyirciden bahsediyorum.

Bu sorunun net bir cevabı kesinlikle yok orası kesin. Herkesin kendine göre cevapları vardır. Kimisi mücadeleyi sevdiği için, kimisi takımların tarihine takıntılı olduğundan, bir diğeri spora meraklı olduğundan ya da futbolun hayata benzediğinden dolayı sevebilir bu ayak topunu... Benim de net bir cevabım yok aslına bakarsanız, yüzlerce cevabım var bu konuya ilişkin. O yüzden hiç dağıtmadan sadece bir nedenimle devam edeceğim. Futbolu sevmemin başlıca nedenlerinden birisi, futbolun futbolcular için kısıtlı bir zaman olmasındandır. Bir insanoğlu nasıl dünyaya gelip, ergenlik çağını geçip, yetişkin bir birey olup, daha sonrasında yaşlanıp hayata veda ediyorsa; işte bir futbolcu aynı kaderi yaşadığındandır benim futbola olan tutkum.

Futbolcunun A takımda top oynamaya başlaması 19-20 yaşlarındadır. Her ne kadar bizim ülkemizde bu yaş biraz daha gecikse de ortalama böyledir. Bu futbolcunun gelişimini, ya da geriye gidişini izlemek size bir film tadında gelir. Vardır öyle hikayeler ve çoğunlukla dramatik olur. Sonu meyhanelerde, kahvelerde, berberlerde konuşulan ''Şu adam kendisine baksaydı, büyük topçu olurdu'' gibi... Mutlu sonlarla bitenler de vardır elbette...

Şimdi bu konuyu Beşiktaş'a indirgeyelim. Altyapınızdan çıkan bir genç futbolcunun gelişimine kendi gözlerinizle şahit olmak size tarif edilemiyecek bir haz verir. Sanki kendi kardeşinizi, evladınızı ya da dostunuzu görür gibi olursunuz. O oyuna girerse tırnaklarınızı kemirirsiniz, iyi oynaması için Allah'a yalvarırsınız, o bir çalım atsa kalbiniz sıkışır, kayarak rakibinden topu söküp alsa göğsünüz kabarır, gol atsa sanki milli piyango kazanmış gibi sevinirsiniz. Ona biri kasıtlı tekme atsa sanki o tekmeyi kendiniz yemiş gibi tepki verirsiniz. Tribünden, evden, kahveden yada meyhaneden... O çocuğu benimsersiniz nihayetinde.

O çocuğun hep iyi olacağını düşünürsünüz, etrafınızda ondan konuşur, gelecekte büyük topçu olacağından bahsedersiniz. Biri laf etti mi sorgusuz sualsiz savunursunuz kendi evladınızı, kardeşinizi, dostunuzu... O futbolcu biraz daha olgunlaşmaya, takımda yer bulmaya başladı mı; o heyecan kendini rutine bırakır ve yeni arayışlara girersiniz. O altyapınızdan çıkan çocuk artık kendi ayaklarının üstünde durmaya başlamış, size ihtiyacı kalmamıştır size göre... Siz de altyapıdan çıkacak yeni evladınızı beklersiniz.

Aradan yıllar geçer, arkaya dönüp baktığınızda altyapıdan çıkıp da takımda oynayan iki tane adam göremezsiniz. Hepsi semptomları vermiş, görevlerini tamamlayıp veda etmişlerdir size... Kimi yaşadığı depresyonlardan dolayı ikinci ligden bile aşağıdaki takımlara transfer olmuş, kimisi Anadolu turnesine başlar gibi takım değiştirir olmuş, kimisi futboldan bile elini ayğını çekmiştir. Oysa ilk A takıma çıktıkları günü düşününce hafif bir hüzün kaplar bünyeyi, sonra meyhane masalarında sohbet mezesi olurlar.

İşte ondan sonraki bölüm Sezen Aksu'dan Geri Dön tadındadır, aynı hayat gibi... O eski günlere ne kadar dönmek isteseniz de hayatın tabiatı sizin karşınıza çıkacaktır. Siz ne kadar hayıflansanız da, artık giden geri dönmeyecektir. Artık o adam geri dönse bile ayakları, vücudu, kasları izin vermeyecektir geri dönüşe. O ilk sahaya çıktığında kalbinizin sıkıştığı adam eski gücünde değildir. Oysa ne hayaller kurulmuş ne düşler yok olmuştur. Size başınızı öne eğip ileriye bakmak düşer. Bir dahaki sezon 18 yaşında bir çocuk sahaya çıkınca delilercesine bağırıp, yeni evladınıza tezahürat etmek düşer.

Aynı hayat gibi... Hayatta da yaptığınız hatalardan ders almak gibi, aslında asla geri alamayacağınız hataları, geri döndüremeyeceğinizi bilseniz de önünüzdeki ilk fırsata sımsıkı sarılmak gibi... O sahaya ilk defa çıkan çocuğa boğazınız yıltılırcasına tezahürat etmek gibi...

Hiç yorum yok: